Türkiye’de Stalinizm, Pabloculuk ve küçük burjuva radikalizmi

Türkiye’de Stalinizm, Pabloculuk ve küçük burjuva radikalizmi

152. 1960’ların ikinci yarısında Türkiye, hızlı bir kentleşme ve sanayileşmeye eşlik eden militan sınıf mücadelelerine tanık oldu. İşçi sınıfı hareketindeki uluslararası yükselişin bir parçası olan bu mücadeleler, fiili grevleri, fabrika işgallerini, yoksul köylülerin toprak işgallerini ve öğrencilerin savaş karşıtı protestolarını kapsıyordu. İşçi sınıfı içindeki radikalleşme, 15-16 Haziran 1970’te İstanbul ve Kocaeli sanayi havzasında meydana gelen ve 100.000 dolayında işçinin katıldığı büyük direnişte doruk noktasına ulaştı. 1967’de hükümet yanlısı Türk-İş konfederasyonuna muhalefet içinde tabandan gelişen mücadeleler temelinde kurulan DİSK’i hedef alan bir yasa değişikliğine karşı başlayan kitlesel seferberlik, bizzat DİSK liderinin “eve dönme” çağrısıyla sona erecekti.

153. 1961’de sendikacılar tarafından kurulan ve özünde reformist bir parti olan Türkiye İşçi Partisi (TİP), bu dönemde radikalleşen işçiler ve özellikle gençler için önemli bir çekim merkezi oldu. Halen yasa dışı olan Stalinist TKP’den çok sayıda siyasi figürün önderliğinde yer aldığı TİP, ulusalcı ve parlamentarist bir “Türkiye’ye özgü sosyalizm” programını savunuyordu.  Buna karşılık, 1960’ların ortalarında, Pablocuların sonradan “enternasyonalist sosyalist” ilan ederek öveceği Stalinist Mihri Belli önderliğinde öne sürülen “Milli Demokratik Devrim” programı, TİP önderliğinin parlamentarizminden hayal kırıklığına uğrayan radikalleşen gençlik içinde önemli bir etkide bulunacak ve partide bölünmeye yol açacaktı. Özünde Stalinist “iki aşamalı” devrim teorisine dayanan bu program, işçi sınıfının bağımsız devrimci politikasının geliştirilmesini reddediyordu. Türkiye’de gerillacılığın ve darbeciliğin temellerini atan bu anlayışa göre, kapitalist olarak tanımlanamayacak olan Türkiye’deki “komprador burjuvaziye ve feodal toprak ağalarına” karşı gerçekleşecek devrimin önderliğini, “milli burjuvazi”den, “Kemalizmin devrimci özünü koruyan” subaylardan, öğrencilerden ve aydınlardan oluşan bir “milli cephe” üstlenecekti. İşçi sınıfını burjuvaziye tabi kılarak esasen kapitalist bir ulusal kalkınma programı uygulayacak olan bu yeni iktidar, ülkeyi “Mustafa Kemal Atatürk’ün de hedefi olan” tam bağımsızlığa ulaştıracaktı.

154. Stalinist önderlerin gençlik içinde yarattığı kafa karışıklığına, Latin Amerika’daki gerilla mücadelelerinin ve Vietnam’daki gibi ulusal kurtuluş savaşlarının yüceltilmesi eşlik ediyordu. Lev Troçki ve Dördüncü Enternasyonal’in Stalinizme, sosyal demokrasiye ve her türden küçük burjuva milliyetçiliğine karşı verdiği mücadele Türkiye’de neredeyse hiç bilinmiyordu. Stalinistlerin Troçki’ye ve Troçkizme yönelik yalanlarına, uluslararası ölçekte “Troçkist” olarak bilinen Pablocu Birleşik Sekreterlik’in Stalinizme ve küçük burjuva radikalizmine uyarlanmış politikaları eşlik ediyordu. Bu koşullarda yanlış yönlendirilen gençlik önderleri, esasen Castroculuk ve Maoculuğa dayanan kır ve kent gerillası biçimindeki küçük burjuva maceracılığı yolunu tuttular.

155. Aynı dönemde Sri Lankalı Troçkistlerin JVP’nin (Halk Kurtuluş Cephesi) küçük burjuva radikalizmine karşı verdikleri mücadele, Türkiye ve dünya çapında incelenmesi gereken siyasi dersler ortaya koymuştur. Programı Castroculuk ve Maoculuktan beslenen, işçi sınıfına düşman milliyetçi bir örgüt olan JVP, DEUK’un Sri Lanka şubesi Devrimci Komünist Birlik (RCL) lideri Keerthi Balasuriya tarafından ayrıntılı bir eleştiriye tabi tutuldu. Balasuriya, Aralık 1970’te yayımlanan JVP’nin Siyaseti ve Sınıfsal Karakteri adlı kitabının önsözünde şunları belirtmişti:

Kendilerini Mao Zedong ve Çin devriminin deneyimlerine dayandırdıklarını iddia eden pek çok unsur, devrim sorununu basitçe şu ya da bu şekilde uzun süreli bir “halk savaşı” ya da başka bir silahlı mücadele biçimine indirgemeye çalışmaktadır. Bu girişimlerin devrim üzerine Marksist pozisyonlarla hiçbir ortak yanı yoktur. Devrim sorunu, sınıflar ve dinamikleri arasındaki karşılıklı ilişkilerin gerçekten nesnel bir değerlendirmesi yapılmadan ortaya atılamaz bile… İşçi sınıfının barışçıl yollarla iktidara gelemeyeceğini vurgulayan Marksist anlayışın, sadece silahlanarak zaferin garanti altına alınacağı şeklindeki aptalca formülle hiçbir ortak yanı yoktur. İşçi sınıfının elinde silah olmasına rağmen burjuvazi tarafından yenilgiye uğratıldığı ve ezildiği devrimlerin deneyimlerine en ufak bir saygısı olan hiç kimse bu tür anlayışları savunmayacaktır.[1]

156. 12 Mart’ta Türk ordu kurmayları, cumhurbaşkanına “Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuştur,” diye ilan eden ve yönetime el koyma tehdidinde bulunan bir muhtıra verdi. Bunun üzerine, Başbakan Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi hükümeti istifa etti. Ancak parlamento feshedilmemiş, siyasi partiler kapatılmamış ve Anayasa askıya alınmamıştı. Bunun yerine askeri şefler perde arkasından direktifler verecekleri “tarafsız” bir hükümet talep ettiler. Böylece CHP milletvekili Nihat Erim partisinden istifa ederek bir teknokrat hükümeti kurdu. Bunu kısa ömürlü başka hükümetler izledi. Büyüyen işçi hareketi ve siyasi istikrarsızlık koşullarında gelen bu askeri müdahale, Stalinistlerin bir kısmının da bel bağladığı 9 Mart “milliyetçi sol cunta” girişimine karışan çok sayıda üst düzey subayı emekli etmiş ya da görev yerlerini değiştirmişti.

157. Erim hükümeti, 22 Mayıs 1971’de İsrail Başkonsolosu Ephraim Elrom’un Mahir Çayan liderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) tarafından kaçırılıp öldürülmesinin ardından “Balyoz Harekâtı” adı verilen şiddetli bir baskıya girişti. 11 ilde sıkıyönetim ilan edildi; anayasal özgürlükler rafa kaldırıldı; bütün grev, direniş ve toplantılar yasaklandı ve izne tabi kılındı; gazeteci, yazar, sendikacı ve öğretim üyelerinin de aralarında bulunduğu binlerce sol görüşlü aydın ve genç gözaltına alındı ve işkence gördü. 1972-73 döneminde gerillacı hareketlerin liderleri Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere çok sayıda solcu lider devlet tarafından katledildi.

158. Troçkizmden uzun bir süre önce kopmuş olan Pabloculuğun Türkiye’deki temelleri, 1970’lerin sonlarından itibaren Stalinizme ve gerillacılığa devrimci rol yükleyerek atılmaya başlandı. Birleşik Sekreterlik savunucularının 1978’deki çıkardığı Sürekli Devrim dergisi, en başından itibaren önüne, küçük burjuvaziye ve gençliğe dayanan dönemin en kitlesel hareketi olan gerillacı Devrimci Gençlik / Devrimci Yol’u sözde “Troçkizme kazanma” hedefini koydu. Stalinist hareketlere yönelerek onlara devrimci bir rol atfeden ve işçi sınıfının bağımsız devrimci önderliğinin inşası uğruna mücadeleyi reddeden Pablocular, yayımladıkları bildirgede “Devrimci Solun Birliği ve Merkezcilik Karşısında Devrimci Marksist Tavır” başlığı altında şunları belirtiyorlardı: “Stalinist hareketin dünya çapındaki görüntüsel birliğinin parçalanması sürecinde, revizyonizmden kopmuş Marksist bilimsel teoriyi evrensel boyutları içinde irdelemekten ziyade, var olan durumlardan kalkınıp pratik kimi sorunların çözümüyle sınırlı merkezci hareketlerin değişik görünümlerle Stalinist, Maoist ve kendiliğindenci-popülist eklemelerle devrimci hareketin ortaya çıkmasında önemli katkıları oldu… Revizyonizmin meşruiyet kazanması ile birlikte merkezci harekette de ittifaklar politikasında tehlikeli eğilimler baş gösterebilir. Özellikle bu noktada Devrimci Marksist hareket merkezciliğin Stalinizmden kopup daha sol bir çizgiye gelmesi için yoğun çaba sarf etmek zorundadır.”[2]


[1] Keerthi Balasuriya, JVP’nin Siyaseti ve Sınıfsal Karakteri (Singalaca), Aralık 1970.

[2] Sürekli Devrim dergisi, “Bildirge – Özel Sayı”, Temmuz 1978, s. 22-23.