Modern Türkiye’nin Kuruluşu, Komünist Enternasyonal ve Türkiye Komünist Partisi

Modern Türkiye’nin Kuruluşu, Komünist Enternasyonal ve Türkiye Komünist Partisi

16. 1906 İran ve 1911 Çin devrimleri gibi 1905 Rus Devrimi’nin artçı sarsıntılarından biri olarak gelişen 1908 Devrimi ile anayasal monarşinin (İkinci Meşrutiyet) yeniden kurulması, Osmanlı’nın çok geçmeden sonunu getirecek temel sorunların hiçbirini çözemedi. On dokuzuncu yüzyılın son döneminde emperyalist güçlerin yarı sömürgesi haline gelen ve toprak kaybı hız kazanan Osmanlı İmparatorluğu, 1911-1912’de Trablusgarp Savaşı ile bugünkü Libya topraklarını ve 1912-13 Balkan Savaşları ile Avrupa topraklarının büyük bir kısmını kaybetti ve Balkanlardan Anadolu’ya yoğun bir Müslüman göçü meydana geldi. 1914’te patlak veren emperyalist paylaşım savaşının önemli bir hedefi konumunda olan Osmanlı devletinin egemen seçkinleri, önceki yıllarda kaybettikleri toprakları geri alma hayaliyle Alman emperyalizminin yanında savaşa katıldılar.

17. Osmanlı egemen seçkinlerinin gerici emelleri, imparatorluğun kaçınılmaz parçalanmasını engellemek şöyle dursun hızlandırdığı gibi, milyonlarca insanın ölmesine veya sakat kalmasına yol açtı. Balkan Savaşlarındaki büyük toprak kayıpları, önceki on yıllarda özerklik ve bağımsızlık talepleri gündeme gelen ve çeşitli pogromlara maruz kalan Ermeni halkına karşı İstanbul hükümetini alarma geçirdi. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından, 1914-15’te yoğun bir Ermeni nüfusunun bulunduğu Doğu Anadolu’da Rus İmparatorluğu karşısında yaşanan büyük askeri hezimetin ve 1915’te başlayan Çanakkale Savaşı’nın ortasında Türk milliyetçisi İttihat ve Terakki hükümeti, “düşmanla işbirliği” ve “isyan” bahaneleriyle “Tehcir Kanunu”nu çıkardı ve Ermenileri Suriye Çölü’ne doğru zorunlu göçe tabi tuttu. Bu, yüz binlerce Ermeni’nin askerler ve çeteler tarafından vurularak ya da hastalıklardan ve açlıktan dolayı öldüğü bir soykırıma yol açtı. Buna, Ermenilerin mal ve mülklerine –1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da devam eden– sistematik olarak el koyma süreci eşlik etti. 1914 Osmanlı resmi nüfus sayımına göre Anadolu’da yaklaşık 1,2 milyon[1] Ermeni yaşarken, bu etnik temizlik sonucu, Türkiye’nin 1927 nüfus sayımında Ermeni nüfusu 77 bine[2] kadar inmiş durumdaydı.

18. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaştaki kesin yenilgisi ile birlikte emperyalist güçler Ortadoğu’daki sınırları yeniden çizmeye ve bölgeyi kendi aralarında paylaşmaya başladılar. Savaştan önce Alman emperyalizminin yarı sömürgesi konumuna indirgenmiş olan Osmanlı İmparatorluğu toprakları, sömürgeleştirilmek üzere Britanya, Fransa ve İtalya kuvvetleri tarafından işgal edildi. Ancak Mustafa Kemal önderliğindeki milliyetçi güçlerin 1919-1922 yılları arasındaki bağımsızlık savaşında doğrudan karşı karşıya geleceği asıl devlet, Britanya emperyalizminin vekil gücü olarak Anadolu’yu istila eden Yunanistan olacaktı.

19. Anadolu’daki ulusal kurtuluş savaşının zaferi ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, 1917 Ekim Devrimi’nin doğrudan bir yan ürünüydü. Rusya’da kurulan Bolşevik rejim, savaş felaketinin ortasında dünyanın dört bir yanındaki işçilere ve ezilen uluslara ilham kaynağı olmuş ve mücadelelerine itici güç sağlamıştı. Dünya tarihinde çığır açan bu olay yaşanmaksızın ve Sovyet hükümetinin doğrudan desteği olmaksızın, Türkiye’deki ulusal kurtuluş hareketinin zaferi mümkün olmazdı. Aynı zamanda Türkiye, Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi için önemli bir deneme alanı oldu. Türkiye’nin tüm deneyimi, bu teoriyi çok güçlü bir şekilde doğrulayacaktı.

20. 1920’de Üçüncü Enternasyonal’e bağlılığını ilan eden Yunanistan Sosyalist İşçi Partisi-Komünist (SEKE-K, 1924’te Yunanistan Komünist Partisi -KKE- adını aldı), Yunanistan’ın Anadolu’yu istilasının emperyalizm destekli gerici karakterini tespit ederek yürüttüğü işgal karşıtı propagandayla Yunan askerleri arasındaki muhalefeti harekete geçirmeye çalıştı. Bu kahramanca enternasyonalist mücadele sırasında tutuklanan komünistler arasında, ileride Yunan Troçkist hareketinin kurucularından biri olacak olan Pandelis Pouliopoulos da vardı.[3]

21. İstanbul’daki Osmanlı hükümetinin son nefesinde emperyalist güçlerle işbirliği yaptığı koşullarda, Anadolu’nun birçok yerinde işgale karşı direniş örgütleri ortaya çıkmaya başladı ve gelişen ulusal kurtuluş hareketi, 23 Nisan 1920’de Mustafa Kemal önderliğinde Ankara’da ilan edilen Büyük Millet Meclisi’nde birleştirildi. Bu hareketin yardımına koşan, Lenin ve Troçki önderliğindeki genç Sovyet Cumhuriyeti oldu.

22. Burjuva karakterde olan Mustafa Kemal önderliği, Anadolu’daki bağımsızlık hareketini, Birinci Dünya Savaşı’nın ve Ekim Devrimi’nin ardından her biri içeride şiddetli siyasi, ekonomik ve toplumsal krizlerle ve proleter devrim hayaletiyle boğuşan emperyalist güçler ile Sovyet Rusya arasında, hatta kendi aralarında bölünen emperyalist güçler arasında manevra yaparak zafere ulaştırdı. Bu süreçte Kemalist önderlik, dayandığı toplumsal sınıf ve tabakaların çelişen çıkarlarını kesiştirmeye çalışacak şekilde, son derece pragmatist bir yol izledi: Bir yandan hilafetin ve saltanatın kurtarılmaya çalışıldığı iddiası öne sürülürken Moskova ile görüşmelerde kendini “kızıl” renklere boyamaktan çekinmedi. Bununla birlikte, 1922’den itibaren saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilan edilmesi, hilafetin kaldırılması, kadınlara eşit haklar tanınması gibi adımlar, işçi sınıfı tarafından sahiplenilmesi gereken tarihi ilerlemeleri temsil ediyordu.

23. Türkiye’deki bağımsızlık savaşı ancak uluslararası ve tarihsel koşullar bağlamında doğru bir şekilde kavranabilir; ulusal ve konjonktürel koşullar bağlamında değil. 1919’da Lenin ve Troçki önderliğinde kurulan Komünist Enternasyonal’in (Komintern) milliyetler ve sömürgeler konusundaki yaklaşımı bu açıdan kritik bir temel oluşturmaktadır.

24. 1917 Ekim Devrimi’ni dünya sosyalist devriminin başlangıcı olarak gören ve uluslararası işçi sınıfının devrimci öncüsü olarak Komintern’e önderlik eden Lenin ve Troçki, kapitalist merkezlerdeki proleter devrim ile sömürgelerdeki devrimin kaderini birleştiren bir sürekli devrim stratejisi öne sürdüler. 1919’da Troçki tarafından yazılan Komünist Enternasyonal Manifestosu’nda şunlar ilan ediliyordu:

Sömürgelerin kurtuluşu ancak metropol işçi sınıfının kurtuluşu ile birlikte mümkündür. Yalnızca Annam, Cezayir ve Bengal’in değil, İran ve Ermenistan’ın da işçi ve köylüleri, ancak İngiltere ve Fransa’nın işçileri Lloyd George ve Clemenceau’yu devirip devlet iktidarını kendi ellerine aldıklarında bağımsız varoluş fırsatlarını elde edeceklerdir… Kapitalist Avrupa dünyanın geri kalmış kesimlerini zorla kapitalist girdaba sürüklediyse, sosyalist Avrupa da planlı ve örgütlü bir sosyalist ekonomiye geçişlerini kolaylaştırmak için teknolojisiyle, örgütlenmesiyle, manevi güçleriyle, özgürleşmiş sömürgelerin yardımına koşacaktır.

Afrika ve Asya’nın sömürge köleleri! Avrupa’da proletarya diktatörlüğünün saati aynı zamanda sizin kurtuluşunuzun saati olacaktır![4]

25. Komintern’in 1920’deki İkinci Kongre’sinde Lenin, “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Komisyonu” adına yaptığı konuşmada, emperyalizmin karakteristik özelliğinin “tüm dünyanın çok sayıda ezilen ulusa ve devasa zenginliklere ve güçlü silahlı kuvvetlere sahip bir avuç ezen ulusa bölünmüş olması” olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyordu:

Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu, 1 milyardan fazla, hatta belki de dünyanın toplam nüfusunu 1,75 milyar olarak alırsak 1,25 milyar insan, başka bir ifadeyle dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’i, ya doğrudan sömürge bağımlılığı durumunda olan ya da İran, Türkiye ve Çin gibi yarı sömürgeler olan veya başka bir büyük emperyalist güç tarafından fethedilen ve barış anlaşmaları aracılığıyla bu güce büyük ölçüde bağımlı hale gelen ezilen uluslara aittir.[5]

26. “… Emperyalist savaşı takip eden mevcut dünya durumunda, halklar ve bir bütün olarak dünya siyasi sistemi arasındaki karşılıklı ilişkilerin, küçük bir grup emperyalist ulusun Sovyet hareketine ve Sovyet Rusya’nın başını çektiği Sovyet devletlerine karşı yürüttüğü mücadele tarafından belirlendiği” tespitini yapan Lenin, “Bunu aklımızda tutmadığımız sürece, dünyanın en ücra köşesini ilgilendirse bile, tek bir ulusal ya da sömürge sorununu doğru bir şekilde ortaya koyamayız. Komünist partiler hem uygar hem de geri kalmış ülkelerde, ancak bu önermeyi başlangıç noktası yaparlarsa siyasi sorunları doğru bir şekilde ortaya koyabilir ve çözebilirler,” diye eklemişti.[6]

27. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde gelişmekte olan ulusal kurtuluş hareketlerinin karmaşık karakteri, komisyonun önemli tartışma başlıklarından biri olmuştur. Lenin’in sömürge burjuvazisinin doğasına ilişkin şu değerlendirmesi, sayısız örnekle doğrulanacaktır:

Sömüren ülkelerin burjuvazisi ile sömürgelerin burjuvazisi arasında belirli bir yakınlaşma olmuştur, öyle ki çok sık olarak -belki de çoğu durumda- ezilen ülkelerin burjuvazisi ulusal hareketi desteklerken emperyalist burjuvaziyle tam bir uyum içindedir, yani tüm devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı onunla güç birliği yapmaktadır.[7]

28. Lenin ve Troçki’nin, Bolşeviklerin Ekim Devrimi’nden sonraki uluslar politikasına da yol gösteren perspektifi, bağımsız burjuva ulus devletlerin kurulmasına değil, uluslararası sosyalist devrime ve bir dünya sosyalist federasyonu kurulmasına dayanıyordu. Lenin’in belirttiği gibi:

[Komünist Partiler] Koşulların elverdiği her yerde, emekçi halk Sovyetlerini kurmak için derhal girişimde bulunmalıdırlar.

Sorun şu şekilde konmuştur: şu anda kurtuluş yolunda olan ve savaştan bu yana aralarında belirli bir ilerleme görülen geri kalmış uluslar için ekonomik gelişmenin kapitalist aşamasının kaçınılmaz olduğu iddiasını doğru olarak kabul etmeli miyiz? Biz buna olumsuz yanıt verdik. Eğer muzaffer devrimci proletarya bu halklar arasında sistematik bir propaganda yürütürse ve Sovyet hükümetleri ellerindeki tüm araçlarla onların yardımına koşarsa, bu durumda geri kalmış halkların kaçınılmaz olarak kapitalist gelişme aşamasına geçmeleri gerektiğini varsaymak yanlış olacaktır.[8]

29. Lenin’in yaptığı konuşmada özetlediği perspektif, İkinci Kongre’de kabul edilen kararda detaylandırıldı. Kararda, uluslararası devrim stratejisi bir kez daha vurgulanarak ulusal baskının kapitalizm altında tamamen ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığının altı çiziliyordu:

Bu ilkelerden, Komünist Enternasyonal’in ulusal soruna ve sömürge sorununa ilişkin tüm politikasının, öncelikle tüm ulusların ve ülkelerin proletaryasını ve işçi sınıflarını, toprak sahiplerinin ve burjuvazinin devrilmesi için ortak devrimci mücadele uğruna bir araya getirmeye dayanması gerektiği sonucu çıkar. Çünkü ancak böyle bir birleşik eylem kapitalizme karşı zaferi sağlayacaktır ki bu olmadan ulusal baskıyı ve hak eşitsizliğini ortadan kaldırmak mümkün değildir.[9]

30. Kararda, “öncelikle feodal veya ataerkil ya da ataerkil-köylü karakterli daha geri kalmış devletler ve uluslarla ilgili olarak”, bütün komünist partilerin “bu ülkelerdeki devrimci kurtuluş hareketlerini eylem yoluyla desteklemesi” gerektiği kararı alınıyor ve “Geri kalmış ülkelerdeki gerçek anlamda komünist olmayan devrimci kurtuluş hareketlerine komünist renkler giydirme girişimlerine karşı kararlı bir mücadele” yürütülmesi çağrısı yapılıyordu.[10]

31. Komünist partilere sömürgelerdeki ulusal hareketi desteklerken kendi siyasi ve örgütsel bağımsızlıklarından asla taviz vermeme görevi verilmişti:

Komünist Enternasyonal, sömürgelerin ve geri kalmış ülkelerin devrimci hareketiyle geçici olarak işbirliği yapmalı ve hatta onunla ittifak kurmalıdır ancak onunla birleşmemelidir; yalnızca embriyonik bir aşamada olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kayıtsız şartsız korumalıdır.[11]

32. Türkiye’deki ulusal kurtuluş savaşının geliştiği uluslararası arka planı, 1917 Rus Devrimi’nin harekete geçirdiği bir uluslararası devrimci işçi hareketi oluşturuyordu. Durum 1921’de, Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresi’nde şöyle tarif edilmişti:

Emperyalist savaşın bitiminde ve takip eden dönemde devrimci harekete daha önce görülmemiş bir yoğunluk damga vurmuştur. Mart 1917’de Çarlık devrildi. Mayıs 1917’de İngiltere’de şiddetli bir grev hareketi patlak verdi. Kasım 1917’de Rus proletaryası devlet iktidarını ele geçirdi. Kasım 1918 ayı, Alman ve Avusturya-Macaristan monarşilerinin çöküşüne işaret ediyordu. Takip eden yıl boyunca, bir dizi Avrupa ülkesine, kapsamı ve yoğunluğu sürekli artan güçlü bir grev hareketi yayıldı. Mart 1919’da Macaristan’da bir Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Aynı yılın sonlarında Amerika Birleşik Devletleri, çelik işçileri, madenciler ve demiryolu işçilerinin katıldığı çalkantılı grevlerle sarsıldı. Ocak ve Mart 1919 çarpışmalarının ardından Almanya’daki devrimci hareket, Mart 1920’deki Kapp ayaklanmasından kısa bir süre sonra doruk noktasına ulaştı. Fransa’daki iç durum 1920 yılının Mayıs ayında en gergin halini aldı. İtalya’da sanayi ve tarım proletaryası arasındaki huzursuzluğun sürekli büyümesine tanık olduk ve bu durum Eylül 1920’de fabrikaların, imalathanelerin ve toprak mülklerinin işçiler tarafından ele geçirilmesine yol açtı. Aralık 1920’de Çek proletaryası, proleter kitle grevi silahına başvurdu. Mart 1921’e Orta Almanya’daki işçilerin ayaklanması ve İngiltere’deki kömür madencilerinin grevi damgasını vurdu… Asya ve Afrika’da hareket, sömürge ülkelerdeki büyük kitlelerin devrimci ruhunu uyandırdı ve yoğunlaştırdı.[12]

33. Ne var ki, “bu güçlü devrimci dalga uluslararası kapitalizmi, hatta Avrupa’nın kapitalist düzenini bile ortadan kaldırmayı başaramadı.”[13] Bunun nedeni işçi kitlelerinin devrim için mücadele etmeye hazır olmamaları değil, İkinci Enternasyonal’in sosyal demokrat partilerinin ihanetiydi:

…savaşı izleyen iki buçuk yıl boyunca, çeşitli ülkelerin proleterleri, eğer sahnede eyleme hazır, güçlü bir şekilde merkezileşmiş bir uluslararası Komünist Parti olsaydı, devrimi zafere ulaştırmaya yetecek ölçüde fedakarlıklarını, enerjilerini ve mücadeleye hazır olduklarını gösterdiler. Ancak savaş sırasında ve hemen sonrasında, tarihsel koşulların zorlamasıyla, Avrupa proletaryasının başında, bugüne kadar burjuvazinin elinde paha biçilmez bir siyasi silah olan ve olmaya devam eden İkinci Enternasyonal örgütü vardı.[14]

34. Birinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan Britanya, Fransa ve İtalya emperyalizmi ile vekil güç olarak kullandıkları Yunan ve Ermeni kuvvetlerinin Boğazları ve Anadolu’nun önemli bir kısmını ele geçirdiği sırada, bu güçler emperyalist paylaşım konusundaki anlaşmazlıklardan dolayı kendi aralarında bölünmüş durumdaydı. Buna, genç işçi devletini yıkmak amacıyla Sovyet topraklarını istila ederek ve karşıdevrimci Beyaz Ordu’yu destekleyerek yürüttükleri savaşın ufukta görünen yenilgisi ve kendi ülkelerindeki toplumsal devrim tehdidi eşlik ediyordu.

35. Bu koşullarda, İstanbul’un Mart 1920’de İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edilmesi ve Ağustos 1920’de Osmanlı yönetiminin de imzaladığı ve Anadolu’nun parçalanarak Türkiye’ye küçük bir toprak bırakılmasını öngören Sevr Antlaşması, Anadolu’da gelişmekte olan ulusal kurtuluş hareketine güçlü bir itki sağladı. Ezilen, yarı sömürge bir ülkede gelişen bu ulusal bağımsızlık hareketi, aynı zamanda, Boğazlardan ve Sovyet cumhuriyetlerinin güneyinden dünya sosyalist devriminin kalbi olan genç işçi devletine güçlü bir emperyalist saldırı yapılmasının önünde bir engel işlevi görmesi nedeniyle ilerici bir rol oynayacaktı.

36. Aynı dönemde, birçok yerde olduğu gibi Anadolu’da da Ekim Devrimi’nden ilham alan çeşitli komünist örgütlenmeler gelişiyordu. 1920 yazında Ankara’da ilan edilen gizli (“hafi”) Türkiye Komünist Partisi, Üçüncü Enternasyonal’e bağlılığını ilan ederek hedefini şöyle ifade ediyordu: “Bütün beşeriyete [insanlığa] refah ve saadet temin edecek olan cihan inkılâbının Türkiye’de bir an evvel husulpezir olmasını [meydana gelmesini] temin etmek ve sosyalizmi tesis için Türkiye’de bir Komünist yani Bolşevik partisi teşekkül etmiştir. TKP kapitalizm ve emperyalizm tegellübünden [egemenliğinden] bütün mazlum milletlerin ve sınıfların kurtulması için bütün kuvvetiyle mücadele edecektir.”[15]

37. Bununla birlikte, Sovyet cumhuriyetlerinde bulunan ve Bolşeviklerle doğrudan birlikte çalışan Türkiyeli komünistler, Ekim 1920’de Bakü’de 15 komünist çevreyi temsil eden delegelerin katılımıyla Türkiye Komünist Partisi kuruluş kongresini düzenlediler. Komintern temsilcilerinin de katıldığı kongrede Mustafa Suphi partinin genel başkanı seçildi. Kabul edilen programda, Türkiye’de sanayi kapitalizminin, kentleşmenin ve proletaryanın az gelişmiş olduğu açıklanıyor, “bugünkü şekil ve yönetim tarzıyla burjuva demokrasisine ayak basmış olan Türkiye’de sınıf çatışması ilkel gelişim devrini yaşamaktadır,” deniyordu.[16]

38. TKP, Anadolu’da gelişen ulusal kurtuluş hareketi hakkında şunları belirtiyordu:

Bugün Türkiye’de galip ve yağmacı İtilaf devletlerine karşı devam eden ulusal isyan hareketine yoksul sınıfların katılması “düşmanın düşmanı” ile yani dış kapitalizmin baskısına karşı kendi içindeki vurguncu ve gasp edici küçük burjuvazi ile birlikte çatışma özelliğinde yürümektedir.

Böylece, bir taraftan emperyalistlere karşı yöneltilen bu çatışmanın devamı, diğer taraftan bilhassa toplumsal devrimin Avrupa’da yayılması, sınıf bilincinin gelişme ve güçlenmesi üzerine önemli etkiler yaratarak, Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir özellik almasına yardım etmekte ve sosyalizm esasında işçi ve köylü şûralar cumhuriyeti kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır.[17]

39. TKP programı, Türkiye’deki ulusal sorun konusunda şunları karar altına almıştı: Parti “muhtelif milletlere mensup işçi ve köylü şûralar cumhuriyeti oluşturulmasını kabul ve ‘özgür milletlerin özgür birliği’ esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder. Parti işçi ve köylü sınıfları da tamamen ayrı ve bağımsız yaşamak cereyanlarına kapılmış olan milletlerin arasında kanlı çatışmalar çıkmasına yer vermemek için bu gibi meselelerin ‘plebisit’ usulüyle, genel oya başvurarak çözülmesine işaret eder.”[18]

40. TKP Merkez Komitesi, “Birinci Kongre Hakkındaki Rapor”unda, Komintern kararı uyarınca Ankara hükümetini desteklediklerini ancak partinin bağımsızlığını korumanın temel bir görev olduğunu ifade ediyordu:

Üçüncü Enternasyonal İkinci Kongresi’nin emperyalizme karşı milli hareketleri destekleme ve güçlendirme kararı uyarınca kongre, Anadolu hareketlerini destekliyor, ama partinin bağımsızlığını korumayı en önemli ve temel görevlerinden biri olarak görüyor.[19]

TKP Anadolu’da “emperyalizme karşı olan bu hareketin derinleşmesine yardım etmekle beraber diğer taraftan rençber, işçi halkın asıl maksadı ve son emeli olan çalışanlar hâkimiyetini elde etmek esaslarını hazırlamak”[20] amacıyla merkezini Türkiye’ye taşıma kararı aldı. Sonradan Anadolu’ya geçen TKP önderliğinin 28-29 Ocak 1921’de Karadeniz’de katledilmesi[21] ve komünistlere yönelik zulüm, burjuvazinin gelişmekte olan dünya sosyalist devrimi koşullarında işçi sınıfından gelen her türlü bağımsız siyasi tehdidi şiddetle ezme dürtüsünü ifade ediyordu.

41. Bununla birlikte, TKP ulusal kurtuluş savaşına destek verirken, burjuvazinin emperyalizmle uzlaşma ve demokratik devrimi tamamlayamama eğilimini teşhir etmeyi sürdürdü. Ağustos 1922’de toplanan kongrede kabul edilen kararda şunlar ifade edildi:

Milli kurtuluş hareketine, cephelerdeki silahlı savaşa TKP elinden gelen her yardımı yapacaktır. Bunun yanında, burjuvazinin gerici çevrelerle, yabancılarla, emperyalistlerle uzlaşmaya gitmek yoluyla milli kurtuluş hareketini söndürmek, bu savaşın derin demokratik bir devrime yükselmesini önlemek istediğini, bu çok önemli olayı, burjuvazinin içyüzünü geniş halk yığınlarına durmadan anlatacaktır.[22]

42. Ankara hükümetinin savaş boyunca komünistlere karşı devam eden baskısı, Britanya destekli Yunan kuvvetlerinin Ağustos 1922’de kesin yenilgiye uğratılması ve Batılı emperyalist güçlerle belirli bir uzlaşmaya varma (Fransa ve İtalya ile çoktan anlaşılmıştı) koşullarının gelişmesiyle birlikte hız kazandı. Kemalist rejim, emperyalizm ile uzlaşma ve burjuva iktidarının tesisi açısından, henüz erken gelişim aşamasında olan ancak arkasında Sovyetler Birliği’nin ve Üçüncü Enternasyonal’in bulunduğu işçi hareketinin ve komünist hareketin şiddetle bastırılması gerektiğini düşünüyordu.

43. Komünist Enternasyonal’in 1922’de düzenlenen Dördüncü Kongresi’nde TKP delegesi Orhan (Sadrettin Celal Antel) tarafından sunulan ve oybirliğiyle kabul edilen “Türkiye’nin Komünistlerine ve Emekçi Halkına Açık Mektup”ta, Türkiye’nin işçi ve köylülerinin “tüm köleleştirilmiş Doğu’ya ve tüm sömürge ülkelere devrimci bir bağımsızlık hareketinin canlı örneğini” verdikleri ancak Ankara’daki milliyetçi burjuva hükümetin “Türk büyük burjuvazisi lehine bazı tavizler uğruna emperyalistlerle uzlaşmaya hazır” olduğu ifade edildi.[23]

TKP’nin uğradığı zulüm ve İstanbul’daki işçi örgütünün kapatılması protesto edilirken “Türkiye Komünist Partisi, emekçi kitlelerin emperyalizme karşı mücadelesinde her zaman burjuva ulusal hükümeti desteklemiştir,” deniyor ve şu ekleniyordu: “Türkiye Komünist Partisi, ortak düşman karşısında, programı ve idealleri için geçici fedakârlıklar bile yapmaya hazır olduğunu kanıtlamıştır.”[24]

Açık Mektup, Ankara hükümeti için şunları ifade ediyordu: “Desteğimizi kazanmak için verilen demokratik reform sözlerinin yerine getirilmesini talep edecek olan işçi sınıfı ve köylülüğün sınıf bilincine sahip temsilcilerinden kurtulmak ve Lozan konferansında gerçek bir burjuva hükümeti olarak görünmek istiyorlar. … Milliyetçi Hükümet, emperyalizmle anlaşmaya hazırlanırken sizin gerçek temsilcilerinizi yok etmek ve onları yurt dışındaki dostlarınızdan ayırmak istiyor.”[25]

Ardından şu ilan ediliyordu:

Komünist Enternasyonal’in dördüncü kongresi bu barbarca eylemi şiddetle protesto eder ve emperyalizmin jandarması rolünü oynamayan, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadeleyi sürdürecek ve Türkiye’nin emekçi kitleleri lehine demokratik reformlar gerçekleştirecek herhangi bir hükümeti veya siyasi partiyi desteklemeye hazır olduğunu ciddiyetle ilan etmeyi bir görev sayar.[26]

44. Komintern’in aynı kongresinde, Bolşevik Parti’den Karl Radek, 23 Kasım’da yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

…bu zulüm anında bile Türk komünistlerine diyoruz ki: Mevcut durumda yakın geleceği unutmayınız. Büyük bir uluslararası devrimci öneme sahip olan Türkiye’nin egemenliğini savunma görevi sona ermemiştir. Kendinizi zulmedenlere karşı savunmalısınız, darbeye darbe ile karşılık vermelisiniz ancak tarihsel olarak, kurtuluş mücadelesi anının henüz gelmediğini anlamalısınız; Türkiye’de şu anda bile henüz kristalleşmeye başlayan devrimci güçlerle hâlâ önemli bir yol kat etmeniz gerekecek.[27]

Radek’in Çin üzerine yorumları, Menşevik iki aşamalı devrim teorisinin daha belirgin bir şekilde canlandırılmasını ifade ediyordu ki Komintern’e giderek egemen olacak olan bu yaklaşım 1925-27 Çin Devrimi’ne yönelik ihanetin siyasi temelini oluşturacaktı:

Çinli yoldaşların ilk görevi, Çin hareketinin yapabileceklerine odaklanmaktır. Yoldaşlar, Çin’de sosyalizmin zaferinin ya da bir sovyet cumhuriyetinin kurulmasının gündemde olmadığını anlamalısınız. Ne yazık ki Çin’de ulusal birlik sorunu bile henüz tarihsel olarak gündeme gelmemiştir. Çin’de yaşadığımız şey, kapitalizmin gelişiminin henüz tek bir birleştirici ulusal merkeze yol açmayacak kadar zayıf olduğu on sekizinci yüzyıl Avrupa’sını, Almanya’sını anımsatmaktadır.[28]

Bu perspektif, 1917 Ekim Devrimi’ne yol gösteren Sürekli Devrim Teorisi ile taban tabana zıttı. Troçki’nin sonraki yıllarda Stalin yönetimindeki Komintern’in Çin’deki politikasına artan muhalefeti, Türkiye’deki deneyimden de büyük ölçüde beslenmiş olmalıdır.

45. Nisan 1923’te, TKP’nin liderlerinden biri olan ve burjuvaziyle sınıf işbirliği eğilimini temsil eden Şefik Hüsnü, bundan sonra ülkede üç ana eğilimin mümkün olduğunu belirtiyordu:1) “Bugünkü inkılâbı yapan ve yaşatmaya azmetmiş olanların temsil ettiği” Kemalist eğilim, 2) derebeyliğe ve saltana bağlı gerici eğilim ve 3) devrimi yoksul işçi ve köylü kitleleri ile orta sınıflar yararına derinleştirmeyi ve ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal devrimle tamamlamayı amaçlayan sosyalist eğilim. Hüsnü, Kemalist iktidar ile sosyalistlerin “gericiliğe karşı” “uzun müddet el ele” hareket etmesini ve “tek bir vücut gibi kara kuvvetlerin karşısına” çıkmalarını savunuyordu.[29]

46. Ne var ki, Türk burjuvazisi, yapısı gereği, burjuva demokratik devrimin görevlerini yerine getirmekten acizdi. Emperyalizmden tam bağımsızlık sağlanması, demokratik bir rejimin kurulması, toprak sorununun feodalizm aleyhine radikal biçimde çözümü, Kürt sorunu ve diğer azınlık sorunlarının demokratik çözümü, işçi sınıfının örgütlenme, toplu sözleşme ve grev gibi temel haklarının tanınması mümkün olmayacaktı.

Bu görevler ancak uluslararası sosyalist devrimin bir parçası olarak proletaryanın iktidarı almasıyla yerine getirilebilirdi. Lev Troçki’nin 1929’da Sürekli Devrim’de açıkladığı gibi:

Gecikmiş bir burjuva gelişimi yaşayan ülkeler açısından, özellikle de sömürge ve yarı sömürge ülkeler açısından, sürekli devrim teorisinin anlamı şudur: Bu ülkelerde ulusal kurtuluşun ve demokratik görevlerin tam ve gerçek çözümü, ancak boyunduruk altındaki ulusun ve en önemlisi de köylü kitlelerinin önderi olarak proletaryanın diktatörlüğü ile mümkündür.[30]

47. Savaşın ardından burjuva ulus devletlerini sağlamlaştırmaya girişen Türk ve Yunan egemen seçkinlerinin azınlıklar sorununa yönelik çözümü, zorunlu nüfus mübadelesi oldu. 1 milyondan fazla Rum Türkiye’den Yunanistan’a, 500 bin kadar Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye sürüldü.

48. Kemalist iktidar, Türk etnik kimliğinin hâkimiyetini ilan ederek başta Kürtler olmak üzere diğer Müslüman azınlıkları da ezmeye girişti. Komintern Doğu Şubesi’nin Ocak 1922’de Lenin’e sunduğu belirtilen raporundaki aşağıdaki ifadeler, isabetli bir tespiti içeriyordu:

Kürt ayaklanması, Ermeni katliamı, Rumların dövülmesi, Türkiye’de ulusal sorunun başlıca aşamalarıdır. Büyük Millet Meclisi hükümeti ise, Türkiye’de ulusal sorun diye bir şey olmadığını ileri sürüyor. Sivas Kongresi’nin şiarı şuydu: Kendi kaderini kendi belirleme hakkı olmayacak, ancak yerel özerklik olabilir. Öyle görünüyor ki, bu acıklı gelişmeler daha uzun süre tarih sayfalarını süslemeye devam edecek.[31]

49. O dönem nüfusun yaklaşık beşte birini oluşturduğu tahmin edilen Kürt halkı, özerklik elde etmek şöyle dursun, yok sayıldı. Kültürel ve siyasi hakları çiğnendi ve şiddetli bir baskıya tabi tutuldu. Ankara’da, gelişmekte olan Türk burjuvazisi ile büyük toprak sahiplerinin ittifakını temsil eden Kemalist rejimin iktidarını kabul eden Kürt feodal beylerine de yer vardı. 1920’lerde ve 30’larda yoksul köylüleri harekete geçiren Kürt isyanları kanlı bir şekilde bastırıldı ve Kürtler ülke içinde yer değiştirmeye zorlandı. Bugün Türkiye’nin ve Kürt halkının yaşadığı Suriye, Irak ve İran’ın aynı sorunla karşı karşıya olmasının temelinde, burjuvazinin bu uluslararası sorunu barışçıl ve demokratik bir şekilde çözmekten aciz olması yatıyordu.

50. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Osmanlı parlamentosu altında iki aşamalı seçim sistemi içinde çok partili siyaseti başlatan ve İkinci Meşrutiyet dönemini kuran 1908 burjuva devriminin devamıydı. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması gibi ilerici adımlara girişilirken, “ulusal birlik” ve “laiklik” hedefleri tamamlanmamış olarak kaldı. Söz konusu olan tutarlı bir laiklik değil, İslam dininin yeni kurulan devlet tarafından denetim altına alınıp kullanılmasıydı. 1924’te hilafetin kaldırıldığı gün, devlete bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

51. Bugün Türkiye’deki rejimin otoriter ve antidemokratik karakterinin kökleri de yüzyıl öncesine dayanmaktadır. 1920’de kurulan meclis savaş döneminde çok siyasi hizipli bir karakterdeyken, bu durum 1923’te Cumhuriyet’in kurulmasının ardından yerini yirmi yıldan fazla sürecek bir tek parti (Cumhuriyet Halk Partisi) rejimine bıraktı.

52. Açıkça Batı emperyalizmine yönelmiş olmakla beraber kısmi bağımsız kapitalist gelişimi için emperyalist güçler ile Sovyetler Birliği arasında manevra yapmak zorunda kalan, rakip burjuva hiziplerin yanı sıra gelişmekte olan bir işçi sınıfı ve komünist hareket ile karşı karşıya bulunan, Kürdistan’da henüz tam bir askeri ve siyasi denetim kuramamış olan Kemalist rejimin temel sorunlara verebileceği başlıca yanıt, devlet zoruydu.

53. Lev Troçki’nin daha sonra açıkladığı gibi:

Çürüyen kapitalizm tarafından kuşatılmış ve emperyalist çelişkiler ağına düşmüş geri kalmış bir devletin bağımsızlığı kaçınılmaz olarak yarı hayali olacak ve siyasi rejimi, iç sınıf çelişkilerinin ve dış baskının etkisi altında, kaçınılmaz olarak halka karşı diktatörlük halini alacaktır – Türkiye’deki “Halk” partisinin, Çin’deki Kuomintang’ın rejimi böyledir; yarın Hindistan’da Gandhi’nin rejimi de benzer olacaktır.[32]


[1] T.C. Genelkurmay Başkanlığı Ankara, Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918 Cilt I (1914-1915) (Ankara: Genelkurmay ATASE ve Genelkurmay Denetleme Başkanlığı Yayınları, 2005), s. 609.

[2] Fuat Dündar, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar (İstanbul: Çiviyazıları, 2000), s. 91. Yazar ayrıca “Ermeni Protestan Kilisesinin o dönemde açıkladığı rakam 140 bin civarındaydı,” diye ekler.

[3] Bkz. David North, Savunduğumuz Miras – Dördüncü Enternasyonal’in Tarihine Katkı (İstanbul: Mehring Yayıncılık, 2017), “II. Dünya Savaşı’nda Dördüncü Enternasyonal.” Çeviren: Halil Çelik.

[4] Leon Trotsky, “Manifesto of the Communist International to the Workers of the World,” 1919. Bkz. https://www.marxists.org/archive/trotsky/1924/ffyci-1/ch01.htm

[5] V. I. Lenin, “Report of the Commission on the National and the Colonial Questions July 26”, Collected Works, Cilt 31, s. 240-241.

[6] Age., s. 241.

[7] Age., s. 242.

[8] Age., s. 243-244.

[9] V. I. Lenin, “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezler,” 28 Temmuz 1920’de kabul edildi. Bkz. Jane Degras (derleyen ve yayına hazırlayan), The Communist International 1919-1943 Documents, Cilt I 1919-1922 (Oxford University Press, 1956), s. 141.

[10] Age., s. 143.

[11] Age., s. 144.

[12] Theses and Resolutions Adopted at the Third World Congress of the Communist International (New York: The Contemporary Publishing Association, 1921), s. 5-6.

[13] Age., s. 6.

[14] Age., s. 30.

[15] Aktaran: Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925), (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1978), s. 387.

[16] http://www.tkp-online.org/?q=content/tkp-birinci-program%C4%B1-g%C3%BCn%C3%BCm%C3%BCz-t%C3%BCrk%C3%A7esi

[17] Agy.

[18] Agy.

[19] TKP MK 1920-1921 Dönüş Belgeleri-1 (İstanbul: TÜSTAV, 2004), s. 19. Çeviri: Yücel Demirel.

[20] Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi (Türk Tarih Kurumu, 1997), s. 227.

[21] Bu siyasi cinayet, Türkiyeli komünistlerin Komintern raporlarında ele alınmıştır. TKP’nin Bakü’deki kuruluş kongresine delege göndermiş olan İstanbul Komünist Grubu (İKG), 31 Mayıs 1921 tarihli “Komünist Enternasyonal III. Kongresi’ne Rapor”unda şunları belirtir (bu delegelerden Ethem Nejat TKP’nin ilk genel sekreteri seçilmişti ve o da 28-29 Ocak’ta öldürülenler arasındaydı):

… misyon gönderme kararı alındıktan sonra, başlarında Mustafa Suphi yoldaş ile birlikte İKG’den Nejat ve Hakkı yoldaşların da bulunduğu TKP militanları, Kars üzerinden Küçük Asya’ya gitmek üzere yola koyulmuşlar. Bize ulaşan haberlere göre, bu misyon Erzurum’a ulaştığında, milliyetçi makamların el altından organize ettiği serserilerin küfür ve darbelerinin kol gezdiği bir gösteriyle karşılaşmışlar. Suni olarak yaratılmış bu kargaşa, misyonu sınır dışı etme kararına bahane oluşturuyordu. Ankara hükümetini Sovyetler Rusya’sına bağlayan bağlar olmasa, bu yoldaşlar hemen oracıkta infaz edilecekti. Doğrulatma şansına sahip olamadığımız yine aynı haberlere göre, misyon üyeleri, gözetim altında Trabzon’a götürülmüşler, burada da hakarete ve tecavüze uğradıktan sonra bir motora bindirilerek hemen limandan uzaklaştırılmışlardır. O zamandan beri, büyük bir olasılıkla burjuvazinin cellâtları tarafından katledilmiş bu kurbanlardan hiç kimse haber alamamıştır. [Aktaran: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Türkiye Komünist Partisi’nin Kuruluşu, 1919-1925 (İstanbul: Yordam Kitap, 2020), s. 155.]

Komintern’in 22 Haziran – 12 Temmuz 1921 tarihlerinde düzenlenen Üçüncü Kongresi’nin “Doğu Sorunu” tartışmaları sırasında söz alan partinin kurucularından TKP delegesi Süleyman Nuri ise şunları belirtmiştir:

… savaşın sonunda paşalar Versay Barışı’nı yaparken, Anadolu işçi ve köylüleri, silahlanarak kendi özgürlüklerini elde etmek üzere ayaklandılar. Bu bağımsızlık hareketinin başına da Kemal Paşa ve diğerleri gibi, eski paşalar oturdu. Kemal Paşa’nın eğilimi ve rolü de, daha önceki Türk rejiminin aynısıydı. Ankara hükümeti bir yandan Antant’a karşı silahlı mücadele yürütürken, diğer yandan da her komünist hareketi ezmeye çalışmaktadır. Başlarında Mustafa Suphi Yoldaş olmak üzere ölen yoldaşlarımız ve hapsedilen birçok yoldaşımız, Kemal’in komünistlere karşı acımasız bir savaş yürüttüğünün ispatıdır. [Age., s. 157]

[22] Aktaran: Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925), (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1978), s. 277.

[23] Degras (derleyen ve yayına hazırlayan), The Communist International 1919-1943 Documents, Cilt I, s. 380.

[24] Age.

[25] Age., s. 381.

[26] Age.

[27] John Riddell (İngilizceye çeviren ve yayına hazırlayan), Toward the United Front – Proceedings of the Fourth Congress of the Communist International, 1922, (Boston: Brill, 2012), s. 730.

[28] Age., s. 733.

[29] Aktaran: Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar (1908-1925) (Ankara: Bilgi Yayınevi, 1978), s. 324.

[30] Lev Troçki, Sürekli Devrim – Sonuçlar ve Olasılıklar (İstanbul: Yazın Yayıncılık, 2007), s. 183. Çeviren: Ahmet Muhittin.

[31] Aktaran: Erden Akbulut – Erol Ülker, Komintern, TKP ve Kürt İsyanları (İstanbul: Yordam Kitap, 2022), s. 42.

[32] Leon Trotsky, Manifesto of the Fourth International on Imperialist War, 1940. Bkz. https://www.marxists.org/history/etol/document/fi/1938-1949/emergconf/fi-emerg02.htm