184. Kuruluşundan itibaren sadece gayrimüslimleri azınlık olarak tanıyan Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik ve kültürel geri kalmışlık koşullarında, ülkenin doğu ve güneydoğusunda büyük bir nüfusa sahip olan Kürt halkı ile “ulusal birliği” barışçıl yollardan sağlamaktan tümüyle acizdi. Türk egemen seçkinleri, emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki emelleri doğrultusunda Türkiye’de bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını destekleyecekleri korkusuyla, Kürt halkının temel demokratik ve kültürel haklarını hiçe sayarak onu on yıllar boyu şiddetli bir baskıya tabi tuttu. Aynı zamanda işçi sınıfını ve sol hareketleri ezmenin bahanesi olarak da bu “bölünme” heyulasına başvurulacaktı. Osmanlı döneminde hâkimiyetleri sorgulanmamış Kürt egemenlerinin Ankara’da Türk kimliği temelinde kurulmakta olan merkezi otoriteye asıl olarak ordu ve yargı kurumları aracılığıyla boyun eğmeye zorlanması sonucu, Kürdistan’da 1920’lerin ortalarından itibaren bir dizi isyan ve katliam meydana geldi. Büyük ölçüde feodal ilişkilerin hâkim olduğu Kürt coğrafyasında Kürt şeyhlerinin, aşiret liderlerinin ve beylerinin önderlik ettiği hareketlerde zaman zaman dini ve ulusal talepler iç içe geçmişti. 1925’teki Şeyh Said İsyanı’nın ardından Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal hükümeti, benimsediği “Şark Islahat Planı” ile Kürt illerinde süresiz sıkıyönetim ilan ediyor, Kürtlerin kitlesel olarak başka bölgelere yerleştirilmesini kararlaştırıyor ve Kürtçe konuşulmasını yasaklıyordu. Başbakan İsmet İnönü, Kemalist rejimin Kürt sorununa yönelik asimilasyon politikasını 1925’te şöyle ifade etmişti: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl [kesinlikle] Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anâsırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf [nitelik] her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”[1]
185. Kürt halkına yönelik devlet baskısı devam ederken, gençlik içindeki Maoculuk ve Castroculuk yönelimli sol milliyetçi radikalleşmenin bir parçası olarak, 1978’de Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistan, PKK) kuruldu. Türk Pablocuların “Marksist kökenlere” sahip olduğu iddialarının aksine Stalinist gerillacı bir örgüt olarak kurulan PKK, Türk ve Kürt işçi sınıfının ve yoksul köylülerinin egemen sınıfa ve devlete karşı birleşik mücadelesinin geliştirilmesine karşı çıktı. Stalinist “iki aşamalı” devrim programını Kürt milliyetçiliği ile birleştiren PKK, “Kuruluş Bildirisi”nde partinin amacını “Kürdistan halkını emperyalist ve sömürgeci sistemden kurtarmak, bağımsız ve birleşik bir Kürdistan’da demokratik bir halk diktatörlüğü kurmak ve nihai olarak sınıfsız toplumu gerçekleştirmek” olarak ilan etti.[2] Kendisini “Marksist-Leninist” ilan ederken gerçekte Marksizmi temelden reddeden örgüt, “Milli baskı çözümlenmeden, ülkenin hiçbir sorunu çözümlenemez,” diye iddia etti.[3] PKK’nin yükselmesine ve belirli bir halk desteğine sahip bir örgüt haline gelmesine zemin hazırlayan, asıl olarak 12 Eylül 1980’de düzenlenen NATO destekli darbeyle kurulan askeri rejimin ve ardından gelen hükümetlerin Kürt halkına yönelik dizginsiz devlet baskısı oldu.
186. PKK’nin 1984’te Türk devletine karşı silahlı mücadeleyi başlatmasının ardından yaklaşık 40 yıldır devam eden iç savaş 40.000’den fazla cana mal oldu. Bu süreçte binlerce köy yakılır ve yoksul Kürt köylü kitleleri batıya doğru zorunlu bir göçe tabi tutulurken, Kürt illerinde serhildan denilen kitlesel protesto gösterilerine tanık olundu. Partinin lideri Abdullah Öcalan, 1979’dan itibaren Suriye’deki Sovyet destekli Baas rejiminin himayesi altında faaliyet gösterdi. “Solcu” ve “anti-emperyalist” retoriğine karşın PKK, büyük güçler ve bölgesel devletler arasında manevra yapma ve nihayetinde Ankara ile anlaşmaya varma biçiminde burjuva milliyetçi bir stratejiye sahipti. 1991’deki Körfez Savaşı ile Stalinist bürokrasinin SSCB’yi dağıtması ve diğer Stalinist rejimlerdeki kapitalist restorasyon, PKK’nin “Marksizm-Leninizm” maskesini çıkarıp bağımsız devlet talebinden vazgeçmesini beraberinde getirdi. Askeri stratejisi başarısız olan PKK özellikle Avrupalı emperyalist güçler arasında yeni müttefikler aramaya koyulurken, partinin çizgisindeki değişiklik şiddetli iç temizlikler ve Öcalan’ın aralıksız yüceltilmesi ile el ele gitti. Ankara’nın açıkça savaş tehdidinde bulunmasının ardından Suriye’den çıkartılmasıyla başlayan CIA destekli operasyon sürecinde 1999’da Türk devletince yakalanan Öcalan, o zamandan beri tutulduğu yoğun tecrit koşullarında Ankara ile işbirliği geliştirmeye çalıştı.
187. ABD’nin 2003’te Irak’ı istila etmesi, PKK’nin açıkça emperyalizm yanlısı evriminde bir kilometre taşı oldu. Kasım 2003’te Kongra-Gel adını alan PKK, yeni “Kuruluş Bildirgesi”nde ABD’nin Kürt halkı da dahil olmak üzere Ortadoğu halklarına felaket getirecek istilasını memnuniyetle karşıladığını ilan etti. 2009’dan itibaren dönemin Başbakanı Erdoğan’ın AKP hükümeti ile PKK arasında sözde bir “barış süreci” geliştirildi. Bu, özünde, ABD ve diğer emperyalist güçlerin gözetiminde, Türk ve Kürt burjuvazisi arasında bir “barış” süreciydi. Bu sözde “barış”, Ortadoğu’daki emperyalist yağma savaşının bir parçası olarak geliştirilmişti ve hem bölgedeki hem de dünya genelindeki emekçilerin toplumsal özlemlerine düşman güçlerin ürünüydü. Bookchin’den esinlenen Öcalan, 2011 yılında yayımlanan “Demokratik Konfederalizm Deklarasyonu”nda, “Ulus devletler sistemi, 20. yüzyılın sonundan bu yana, toplumun, demokrasinin ve özgürlüğün gelişmesinin önünde ciddi bir engel haline gelmiştir,”[4] diye yazıyordu. 2013’e gelindiğinde Öcalan “AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim” diyerek oynadığı rolü açıkça ifade ediyordu. Yasal Kürt burjuva milliyetçisi Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) ve çeşitli orta sınıf sahte sol güçlerin coşkuyla desteklediği sözde “barış süreci” sırasında Öcalan, 21 Mart 2013’teki Diyarbakır Newroz’unda hükümetin izniyle okunan mektubunda, Türk milliyetçilerinin bağımsızlık savaşı sırasında hedef sınırlar olarak ilan ettiği, başka yerlerin yanı sıra Suriye ve Irak topraklarını da kapsayan “Misak-ı Milli”ye ve “İslam bayrağı altında kardeşliğe” vurgu yaptı. Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da dört parçaya bölünmüş Kürt burjuvazisinin ve hali vakti yerinde orta sınıfın çıkarlarına dayanan bu emperyalizm yanlısı postmodernist perspektifin ne anlama geldiği, Irak’ın bir milyondan fazla ölüme ve kanlı bir mezhepsel iç savaşa yol açacak şekilde fiilen parçalanmasıyla görünmüştü. Ama PKK’nin asıl atılımı yapacağı yer Suriye’ydi. PKK ile birlikte Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) çatısı altında yer alan Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) silahlı kanadı olan Halk Savunma Birlikleri (YPG), Suriye’de 2011’de başlatılan emperyalizm destekli rejim değişikliği savaşı sırasında ABD’nin başlıca vekil gücü haline geldi. Buna, Türkiye’deki Kürt milliyetçilerinin “öz yönetim” yönünde fiili adımları eşlik etti. Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Aralık 2015’te düzenlen Demokratik Toplum Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Bu direniş zaferle sonuçlanacak. Herkes halkımızın iradesine saygı duyacak ki bir daha bu acıları yaşamayalım değerli kardeşlerim… Kürtler artık kendi coğrafyasında, Orta Doğu’nun orta yerinde siyasi bir irade olacaklardır… Artık gelecek yüzyılda bir Kürdistan gerçeği olacak. Belki bağımsız devletleri de olacak Kürtlerin, federal devletleri de, kantonları da olacak, özerk bölgeleri de… Diktatörlük mü, öz yönetim mi? Tek bir adamın sultasında onun monarşik anlayışı mı, baskıcı erkek egemen zihniyeti mi? Yoksa hepimizin özgürce yaşayacağı, kardeşçe yaşayacağı insan onuruna sahip öz yönetimler mi? Bunun kararını biz verdik…”[5] PKK-YPG’nin ABD’nin önderliğinde “IŞİD ile savaş” adı altında Suriye’nin kuzeyinde (Rojava) giderek güç kazanmasıyla Türkiye’nin güney sınırında bağımsız bir Kürt devletinin kurulma olasılığı ve ülke içinde buna paralel meydana gelen gelişmeler Ankara’yı dehşete düşürdü. Topraklarını ve etkisini genişletme hayali kuran Türk burjuvazisi, kendi Kürt bölgesini kaybetme olasılığının gündeme gelmesi korkusuyla 2015’te sözde “barış süreci”ni kanlı bir çatışmayla sona erdirdi. Kürt illerinde binlerce kişi hayatını kaybeder ve yüz binlerce kişi yer değiştirmek zorunda kalırken, CHP’nin de desteğiyle, HDP’nin çok sayıda lideri ve binlerce üyesi hukuksuz bir şekilde hapse atıldı.
188. İsrail’in Ekim 2023’te Gazze’de Filistinlilere yönelik soykırımı başlatması, ardından Lübnan’ı istila etmesi ve İran’ı hedef tahtasına koyması, Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümetinin Ekim 2024’te Öcalan ve PKK ile müzakereleri yeniden başlatmasını tetikledi. Ankara, müttefiki ABD emperyalizminin İsrail ile birlikte, İran’ı ve müttefiklerini hedef almasına ya da tam emperyalist hakimiyet altında bir “yeni Ortadoğu”yu biçimlendirmesine karşı çıkmıyor ancak bu gelişmelere göre pozisyon alıyordu. Aralık 2024’te Suriye’de meydana gelen rejim değişikliği, Kürtleri “doğal müttefiki” ilan eden İsrail’in bu ülkedeki konumunu ve işgalini güçlendirirken, kendisi de Suriye’nin kuzeyini işgal eden Türkiye’nin ABD ve İsrail destekli bir Kürt devleti kurulabileceği kaygılarını daha da artırdı. “İç cephe”yi sağlamlaştırma çağrısı yapan Ankara ile uzlaşmadan yana olan Öcalan, Şubat 2025’te halen lideri olduğu PKK’ye silah bırakıp kendini feshetme çağrısı yaptı. PKK’nin miadını doldurduğunu ilan eden Öcalan, Kürt sorununun mevcut devletin “demokratikleştirilmesi” ile çözülebileceğini öne sürdü. Bu çağrıyı kabul eden PKK, Mayıs başında bir kongre toplayarak silah bırakma ve partiyi feshetme kararı aldı. Temmuz ayında da silah bırakma sürecini başlattı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buna bir “Türk, Kürt, Arap” ittifakı çağrısıyla yanıt vermesi, Ankara ile PKK arasındaki anlaşmanın gerici doğasının altını çizdi. Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin 14 Temmuz 2025’te açıkladığı gibi:
Cumhurbaşkanı Erdoğan … PKK ile anlaşmanın arkasında, Ortadoğu’da derinleşen emperyalist yeniden paylaşım savaşının ve Türk burjuvazisinin yayılmacı emellerinin yattığını açıkça ortaya koydu.
“Bugün tarihte yeni bir sayfa açılmıştır. Bugün büyük Türkiye’nin, güçlü Türkiye’nin, Türkiye Yüzyılı’nın kapıları ardına kadar aralanmıştır,” diyen Erdoğan, “Türk-Kürt-Arap ittifakı”na dayalı gerici bir burjuva perspektifin çerçevesini çizdi. …
İfade edilen perspektif, Türk seçkinlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ortasında, 1920’de ilan ettiği “Mîsâk-ı Millî” sınırları üzerinde hak iddiasına siyasi dayanak sağlamayı amaçlamaktadır. Bu sınırlar, Arapların, Kürtlerin ve Türkmenlerin yaşadığı Suriye ile Irak’ın kuzey kesimlerini de kapsıyordu.
Türk burjuvazisi, ABD’nin, İsrail ile birlikte, Ortadoğu’da tam hakimiyetini sağlamayı ve haritaların yeniden çizilmesini amaçlayan emperyalist savaşın ortasında, Kürtlerin ve Arapların hamiliğini üstlenerek Suriye, Irak ve daha geniş bir bölgede hak iddia etmeye hazırlanmaktadır.
ABD’nin Ortadoğu’daki egemenliğinin önünde aşılması gereken bir engel olarak gördüğü İran’daki hakim etnik grup olan Farsların Müslüman olmalarına rağmen Erdoğan’ın “Müslüman ittifakı”na dahil edilmemeleri bir tesadüf değildir.[6]
189. Bu deneyimler, Troçkist sürekli devrim perspektifini doğrulamıştır: Emperyalizme göbekten bağlı olan Türk ve Kürt burjuvazisi, emekçilerin demokratik ve sosyal özlemlerine düşmandır ve Kürt sorununu çözmekten ya da demokratik bir rejim kurmaktan yapısal olarak acizdir. Bu temel demokratik sorunun çözümü ancak her ulustan ezilen kitleleri arkasına alan işçi sınıfının, uluslararası sosyalist devrimin bir parçası olarak Ortadoğu’daki emperyalizm destekli burjuva rejimleri devirerek iktidarı ele geçirmesi ve gerçekten demokratik bir sosyalist federasyon kurmasıyla mümkündür.
190. PKK’nin evrimi, 1970’lerde ve 1980’lerde silahlı mücadele yürüten ve Stalinist rejimlerden veya onların etkisindeki devletlerden siyasi-lojistik destek alan, ardından SSCB’nin ortadan kalkmasıyla birlikte emperyalist dünya düzenine entegre olmaya çalışan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ve Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) gibi çok sayıda “ulusal kurtuluş” hareketinin evrimiyle örtüşmektedir. Küçük burjuva milliyetçi hareketlerde dünya çapında meydana gelen bu siyasi evrimin nesnel sosyoekonomik temelini oluşturan, nihayetinde Sovyetler Birliği’nin ve diğer Stalinist rejimlerin ve işçi bürokrasilerinin de dayandığı ulusal temelli programların yaşayabilirliğinin altını oymuş olan kapitalist üretimin küreselleşmesiydi.
191. Ankara ile PKK arasındaki anlaşmanın geleceği ne olursa olsun, bunun gerçekten demokratikleşmeyi ve barışı sağlayabileceği iddiası bir aldatmacadan ibarettir. 1988’de Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat’ın ABD ve İsrail ile anlaşması üzerine ABD’deki Sosyalist Eşitlik Partisi’nin önceli olan İşçiler Birliği’nin Siyasi Komitesi’nin yaptığı açıklama, PKK ile Ankara arasındaki anlaşma için de fazlasıyla uygundur:
Marksistler bu tür anlaşmaları amansızca reddeder ve “barış görüşmelerinin” savaşa ve baskıya son verebileceğine dair emperyalizmin küçük burjuva kurumları tarafından üretilen her türlü pasifist yanılsamayla mücadele ederler. Marksistler bunun yerine emperyalizme son vermek için sınıf savaşı programını savunurlar. Bu tür anlaşmaların savunucuları yalnızca tüm emperyalist dünya düzenini eleştirmeden kabul ettiklerini ortaya koyarlar. …
Bu olaylar FKÖ’nün sınıfsal analizi dışında anlaşılamaz. Geçmişte silahlı mücadeleye olan bağlılığı ve üyelerinin kahramanlıkları bir yana, FKÖ bir burjuva ulusal hareketidir ve her zaman da öyle olmuştur. Onun milliyetçiliği, “kendi” işçi sınıfının sömürülmesi için mümkün olan en iyi koşulları yaratmaya çalışan burjuvazinin milliyetçiliğidir. Bu burjuvazinin kendi devletini kurmadaki başarısızlığı bu dürtüyü hiçbir şekilde hafifletmemiştir.[7]
[1] Vakit gazetesi, 27 Nisan 1925, no. 2632. Akt. Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931) (İstanbul, İletişim Yayınları, 2004) s. 173.
[2] PKK Kuruluş Bildirisi, 1978.
[3] Abdullah Öcalan, Kürdistan Devriminin Yolu (Manifesto), 1978.
[4] Abdullah Öcalan, Democratic Confederalism, 2011. Bkz: http://www.freeocalan.org/wp-content/uploads/2012/09/Ocalan-Democratic-Confederalism.pdf
[5] Bkz. https://www.hdp.org.tr/tr/demirtas-ortada-bir-suclu-varsa-cizre-de-sur-da-o-katliamlari-yapanlardir/13864/
[6] Barış Demir, Ulaş Ateşçi, “PKK’nin silah bırakma töreni ve Erdoğan’ın ‘Türk, Kürt, Arap ittifakı’ üzerine”, 14 Temmuz 2025. Bkz. https://www.wsws.org/tr/articles/2025/07/14/aksn-j14.html
[7] İşçiler Birliği Siyasi Komitesi, “Palestinian Struggle Betrayed – Arafat Bows to Imperialism and Zionism,” Fourth International, Cilt 15, No. 3-4 (Temmuz-Aralık 1988). Bkz. https://www.wsws.org/en/special/library/fi-15-34/26.html