174. 1968-75 döneminde işçi sınıfı mücadelelerinin uluslararası yükselişinin yenilgiye uğraması, burjuvaziye egemenliğini istikrara kavuşturma ve işçi sınıfına karşı küresel bir saldırıya girişme olanağı sağladı. Devrimci önderlik krizinin çözülemediği koşullarda Stalinist ve sosyal demokrat önderlikler, Pablocuların da yardımıyla, çok sayıda devrimci duruma ihanet edip işçileri yenilgiye sürüklediler. Egemen sınıf her yerde Keynesyen ulusal ekonomik düzenlemelerin ve işçi sınıfına tavizler vermeye dayanan sınıf uzlaşmacı programların yerine piyasa yanlısı monetarist ekonomi politikalarının geçirilmesini talep ediyordu.
175. 1979’da Britanya’da Margaret Thatcher hükümetinin, 1980’de ABD’de Ronald Reagan yönetiminin iktidara gelmesiyle simgelenen ve sendika bürokrasilerinin aktif işbirliğiyle gerçekleştirilen küresel kapitalist karşı saldırı, Türkiye’de 12 Eylül 1980’de düzenlenen NATO destekli askeri darbeyle zincirlerinden boşaldı. 1980 öncesi işçi sınıfının önemli bir kısmı bir dönem TKP’nin kontrolünde olan DİSK’te örgütlenmişti ve radikal sol örgütler yüz binlerce kişiyi harekete geçirebiliyordu. Ancak bu önderlikler işçi sınıfına, yoksul küçük burjuvaziye ve gençliğe ileriye giden bir yol sunmak şöyle dursun, onların mücadelelerini yanlış yönlendirip yenilgiye uğratma rolünü oynadılar. 1969’da kurulan faşist Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve ona bağlı Ülkü Ocakları, özellikle 1970’lerin ikinci yarısında solcu işçilere ve öğrencilere silahlı saldırılar düzenlerken Alevilere pogrom girişimlerinde rol oynadı. DİSK ve çok sayıda Stalinist hareket, 1970’lerde yapılan seçimlerde burjuva Kemalist CHP’yi doğrudan ya da dolaylı olarak destekleyerek bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin gelişmesini engelledi. Ayrıca radikal sol örgütler devlet destekli MHP’nin faşist çeteleriyle ve kendi aralarında silahlı çatışmalara odaklanmıştı. İşçi sınıfının siyasi olarak silahsızlandırıldığı derin istikrarsızlık ve terör ortamında burjuvazinin şiddetli karşı saldırı programı askeri rejimle uygulamaya konacaktı. Dahası, İran’da Şah rejiminin devrildiği ve SSCB’nin Afganistan’ı istila ettiği koşullarda ABD-NATO’nun Ortadoğu’daki bir köprübaşı olan Türkiye’de ekonomik ve siyasi istikrarın sağlanması, emperyalist güçler açısından kritik önem taşıyordu.
176. 1979 yılında, kronik ödemeler dengesi krizi ve işsizlikle boğuşan Türkiye ekonomisi çöküşün eşiğindeydi ve enflasyon üç haneli rakamlara yükseliyordu. Ancak her ne kadar sendikalar tarafından kontrol edilse ve defalarca ihanete uğrasa da işçi sınıfının direnişi karşısında ve egemen seçkinlerin siyasi çürümüşlüğü nedeniyle, dönemin hükümetleri egemen sınıfın istikrar tedbirleri talebini yerine getirmekten acizlerdi. Gümrük vergilerinin sert bir şekilde düşürülmesi, tarımdaki teşviklerin kaldırılması, yabancı sermaye girişinin teşvik edilmesi ve bir anayasa değişikliğini içeren bu önlemler, egemen sınıfın kendisini modası geçmiş ve işlevsiz ithal ikameci ve iç pazara yönelik birikim sürecinden kurtarması için hayati önem taşıyordu.
177. 12 Eylül 1980 darbesi Genelkurmay Başkanı Kenan Evren liderliğindeki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından Pentagon ve NATO’nun suç ortaklığı ile hem emperyalist merkezlerin hem de Türk burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda gerçekleştirildi. TSK’nin kasıtlı olarak terörün tırmanmasına izin vererek önünü açtığı darbe ciddi bir direnişle karşılaşmadıysa, bunun başlıca nedeni Stalinist, sosyal demokrat ve her türden küçük burjuva radikal önderliklerin yıllarca işçi sınıfının kafasını karıştırması ve ona ihanet etmesiydi.
178. Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından ilan edilen darbe rejimi, sıkıyönetimi tüm ülkeye yaydı, parlamentoyu ve hükümeti feshetti, anayasayı askıya aldı ve tüm siyasi partileri ve en büyük konfederasyon olan Türk-İş hariç sendikaları yasakladı. Darbe sonrası 650.000 kişi gözaltına alındı, 230.000 kişi yargılandı. Yaklaşık 50 kişi idam edilirken, 14.000 kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. İşkence ve kayıplar, yüz binlerce işçi ve genci hedef alan polis ve ordunun rutin faaliyetleri haline geldi.
179. Üç yıl iktidarda kalan askeri rejim, şiddetli bir baskıya uğrayan ve sendikal örgütlülüğü dağıtılan işçi sınıfını sürekli artan bir sömürüye tabi kılmak için burjuvazinin taleplerini karşılamak amacıyla yüzlerce yasa çıkardı. Darbe öncesindeki hükümetlerin onaylamayı reddettiği, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü derhal onaylayan askeri rejim, ABD ile askeri-stratejik bağlarını sağlamlaştırdı. 1981’de Türk-Amerikan Savunma Konseyi kuruldu. Bunu Ekim 1982’de Türkiye’nin güneydoğusundaki havaalanlarının askeri amaçlarla genişletilmesini amaçlayan bir “Mutabakat Muhtırası” izledi.
180. Askeri rejim, ihracata yönelik sermaye birikimi modeline karşı herhangi bir örgütlü işçi sınıfı muhalefetini önleyecek mekanizmalar içeren yeni bir anayasa hazırladı. Kasım 1982’de yeni anayasa referanduma sunuldu ve baskı altındaki seçmenlerin büyük çoğunluğunun oyuyla kabul edildi. 1982 anayasası, Kemalist asker-sivil bürokrasinin devlet aygıtı içindeki hakimiyetini korumaya çalışırken küresel sermaye hareketlerine açık liberal bir ekonomik yapının yasal çerçevesini çizen yeni bir rejim oluşturdu.
181. 12 Eylül cuntası, işçilerin örgütlenmesini ve sınıf mücadelesini zor yoluyla bastırmakla kalmamış, din eğitimini ve dini temelde örgütlenmeyi devlet eliyle teşvik etmiştir. Böylece okullarda din eğitimi zorunlu hale getirilmiş, hem Türk burjuvazinin çeşitli kesimleriyle hem de emperyalist güçlerle bağları bulunan çeşitli tarikatlar ve cemaatler siyasi ve toplumsal yaşamda giderek artan bir rol oynamaya başlamıştır. Kemalist ordu kurmayları tarafından derinleştirilip sonraki yıllarda da sürdürülen bu politika, özellikle 2000’lerin başından itibaren Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yükselişinin temellerinin döşenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
182. Darbeden sonra 6 Kasım 1983’te yapılan ilk genel seçimlerde, askeri hükümetin Başbakan Yardımcısı ve 24 Ocak 1980’den bu yana ekonomi politikasının başlıca sorumlusu olan Turgut Özal’ın liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) göreve geldi ve 1991 yılına kadar iktidarda kaldı. Emperyalist güçler tarafından yoğun bir şekilde desteklenen ANAP hükümetleri, kamu sektörünü büyük ölçüde tasfiye etme ve Türkiye’yi bir ucuz işgücü platformuna dönüştürme yönünde geniş kapsamlı serbest piyasa reformlarını hayata geçirdi.
183. Ancak bu büyük toplumsal saldırı, işçi sınıfının direnişi olmaksızın gerçekleşmedi. 1980’lerin ortalarından itibaren işçiler yeniden harekete geçmeye başlarken, 1989’da yaklaşık 600.000 kamu işçisi özelleştirmelere ve kötüleşen yaşam koşullarına karşı iş yavaşlatma grevlerine ve gösterilere başladı. “Bahar Eylemleri”ni, 1990-91’de Zonguldaklı kömür madencilerinin grevi ve 100.000 kişiyi bulan bir kitleyle Ankara’ya yürüyüşü takip etti. Hem “Bahar Eylemleri” hem de Britanyalı sınıf kardeşlerinin yaklaşık altı yıl önce uğradığına benzer bir saldırıyla karşı karşıya olan Zonguldak madencilerinin mücadelesi, Türk-İş sendikal aygıtı tarafından baltalandı. Madencilerin tabandan gelen basıncıyla ve gelişen hareketi kontrol altında tutup sona erdirmek için 3 Ocak 1991’de “genel grev” ilan etmek zorunda kalan Türk-İş yönetimi, grevi etkisiz hale getirmek için elinden geleni yaptı. Madencilerin grevinin sendikal aygıt eliyle bastırılması kritik önemdeydi, çünkü madenciler ekonomik taleplerin yanı sıra hükümet ve Körfez Savaşı karşıtı sloganlar yükseltiyordu ve ülke genelinde büyük destek gören grevin daha geniş kapsamlı bir işçi sınıfı hareketini tetiklemesinden korkuluyordu.